I. GENEL OLARAK
Kamuoyunda “İnfaz Paketi” olarak da anılan Kanun Teklifi, esas itibariyle infaz rejimine ilişkin olarak başta İnfaz Hâkimliği Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un birçok hükmü olmak üzere diğer birtakım kanunlarda değişiklikler içermektedir. Teklif ayrıca yine infaz rejimine yönelik olarak çok sayıda geçici hükümle örtülü-fiili af niteliğinde düzenlemeler de getirmektedir. Kapsamlı düzenlemeleri içeren kanun teklifinin metni Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmadan önce, değerlendirilmek üzere konuyla ilgili akademik kuruluşlarla paylaşılmamıştır. Bu nedenle teklifin bilimsel açıdan analizini TBMM genel kurulundaki görüşmeler sürerken yapmak durumunda kaldık.
Teklifin infaz rejimine dair hükümlerine bir bütün olarak bakıldığında, temel hedefin cezaevlerindeki yoğunluğu, daha doğrusu kapasite aşımını azaltma olduğu anlaşılmaktadır. Koşullu salıverilme sürelerinin kısaltılması, özel infaz usullerinin kapsamının genişletilmesi ve geçici hükümlerle fiili afların öngörülmesi bu amacı yansıtan örnekler olarak ifade edilebilir. Diğer yandan infaz hâkimliklerinin, keza denetimli serbestlik müdürlüklerinin görev ve yetkilerinin artırılması ve bu suretle uzman mercilerin öne çıkarılması gibi hükümlerle infaz rejiminin iyileştirilmesine yönelik bir amacın güdüldüğü de söylenebilir. Ancak teklifin diğer birçok hükmünde her iki amaçla da çelişen düzenlemelere, istisnalara rastlanmakta dolayısıyla bu konuda bütüncül, tutarlı ve gerçekçi bir infaz politikasına sahip olunmadığı, dönemsel tepki ve hassasiyetlerle hareket edildiği izlenimi ortaya çıkmaktadır.
Önceki kanun tasarı ve tekliflerinde de rastlanan bir yaklaşım olarak; bir yandan yargının iş yükünü ve infaz kurumlarındaki yoğunluğu azaltmaya dönük alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri ve infaz indirimleri öngörülürken diğer yandan aynı paketin içinde yine dönemsel kaygılarla birtakım suçların cezalarının veya infaz sürelerinin ölçüsüz bir biçimde artırıldığı görülmektedir. Uyuşturucu suçları ile cinsel suçların cezalarındaki ve infaz sürelerindeki artırım bu yaklaşımın geçmiş örnekleridir. Mevcut teklifte de örgüt suçları ve tefecilik suçunun (keza netice sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralamanın) cezalarındaki artırımlar, keza koşullu salıverilme ve fiili af hükümlerinde cinsel suçlar ve öldürme suçları gibi yeni istisnalara dair düzenlemeler aynı minvaldedir.
Mevcut Teklifte sırf cezaevlerindeki yoğunluğu azaltma hedefi uğruna, geçici hükümlerle yetinilmemekte, koşullu salıverilme ve özel infaz usullerinde bu kurumların niteliğiyle bağdaşmayan, bunların adeta içini boşaltan değişiklikler yapılmaktadır. Oysa cezaevlerindeki kapasite aşımını azaltma noktasında, dönemsel bir yoğunluk söz konusu ise bu sorunun çözümü; örtülü, karmaşık ifadeler içeren ve hukuki esası olmayan istisnalarla dolu geçici maddelerin getirilmesi değil, eşitlik ilkesini gözeten ve adı açıkça af olan bir düzenleme yapılmasıdır. Kalıcı olarak ise cezaevlerinde doluluğa yol açan suçlarla ilgili bütüncül bir yaklaşımla gerekiyorsa yeni bir ceza politikası ve suçu önleme stratejileri geliştirilmeli, bu konuda yeterli akademik tartışma zemini oluşturulmalı, dönemsel geçici tepkilere dayalı düzenleme yapmaktan kaçınılmalıdır.
II. TEKLİFTEKİ SORUNLU DÜZENLEMELER VE ÖNERİLER
Aşağıda Teklifte, yalnızca hukuki düzenleme tekniği açısından sorunlu görülen bazı örneklere değinilecektir.
A. İnfaz Hâkimliği Kanunu’ndaki Değişiklikler
Teklifin genel gerekçesinde, uzmanlaşma amacıyla infaza dair tüm kararları vermesi için infaz hâkimliklerinin yaygınlaştırıldığı, görev ve yetkilerinin artırıldığı belirtilmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki uzmanlaşmanın önemi açık olmakla birlikte infaza dair tüm kararların infaz hâkimliği tarafından verilmesi bazı hallerde amaca uygun değildir. Örneğin hapis cezasının ertelenmesi, esasen infaza dair bir husus olmakla birlikte şartları itibariyle (ör. failin yargılama sürecinde gösterdiği pişmanlık bağlamında tekrar suç işlemeyeceği kanaati) yargılamayı yapan mahkemenin karar verebileceği bir haldir. Teklifte ertelemeye karar verme noktasında değişiklik mevcut olmamakla birlikte erteleme sonrası denetim sürecine dair bazı kararlarda infaz hâkimliği görevlendirilmektedir ki bunun yerindeliği aşağıda ele alınacaktır.
Bu bağlamda Teklifle İnfaz Hâkimliği Kanunu m.1’e eklenen; ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin “hâkim veya mahkeme tarafından verilmesi gereken” kararları almak üzere kurulan infaz hâkimlikleri ifadesi sorunludur. Mahkeme tarafından verilmesi gereken bir karar için hâkimliğin yetkilendirilmesi kendi içinde çelişkilidir. Ya ilgili kararından mahkeme tarafından verilmesi gerekli değildir ya da mahkemenin karar vermesi söz konusu ise hâkimlik yetkili olmamalıdır.
B. Türk Ceza Kanunu’ndaki Değişiklikler
İnfaz hâkimliklerinin yetkilerinin genişletilmesi amacıyla TCK m.50 (kısa süreli hapis cezalarına seçenek yaptırımları) ve m.51’de (hapis cezasının ertelenmesi) yargılamayı yapan mahkemeye ait bazı yetkilerin infaz hâkimliğine devredildiği görülmektedir.
TCK m.50 açısından, seçenek tedbirin gereklerinin yerine getirilmemesi halinde kısa süreli hapis cezasının tamamen veya kısmen infazına karar verme yetkisi (f.6), mahkemeden alınarak infaz hâkimliğine devredilmektedir. Oysa seçenek tedbirin gereklerine uymama durumunda, hapis cezasından tedbire dönüşen mahkûmiyet hükmü tekrar hapis cezasına dönüşmekte olup hükümde değişiklik meydana getiren bu hususun, infaz hâkimliğince değil hükmü veren mahkemece kararlaştırılması gerekir. Yine seçenek tedbirin hükümlünün elinde olmayan nedenlerle yerine getirilememesi halinde tedbirin değiştirilme yetkisinin (f.7), dava dosyası ve hükümlü hakkında yeterli bilgi sahibi olması mümkün olmayan infaz hâkimine devri doğru değildir. Nitekim kısa süreli hapis cezası, “suçlunun kişiliğine, sosyal ve ekonomik durumuna, yargılama sürecinde duyduğu pişmanlığa ve suçun işlenmesindeki özelliklere” göre mahkeme tarafından uygun seçenek yaptırımlara çevrilmektedir. Tedbirin değiştirilmesinde de aynı kriterlerin dikkate alınması gerekeceğinden bunlara karar verme yetkisi salt infaza ilişkin bir husus olmayıp hükmün esasını ilgilendirmektedir ve mahkemece karar verilmelidir.
Aynı şekilde TCK m.51 uyarınca hapis cezasının ertelenmesinde denetim süresinde yükümlülüklere uymama halinde ertelemenin geri alınması kararı (f.7) da infaz hâkimi yerine hükümlü hakkında kanaat sahibi olan mahkemece verilmelidir.
TCK m.86/3-f bendine eklenen ve gerekçede yüze kezzap atma olayıyla ilişkilendirilen “canavarca hisle” ibaresi birçok açıdan uygun değildir. Canavarca hisle deyimi, kasten öldürme suçunda da yer alan bir nitelikli hal olup tespiti (sübjektif ve/veya objektif bir kriterin mi esas alınacağı) oldukça tartışmalı bir haldir. Burada amaç, yüze kezzap atma sebebiyle yüzün tamamında meydana gelen sabit izin daha ağır cezalandırılmasıdır. Bunun için 86. maddeye mahiyeti tartışmalı bir nitelikli hal eklemek yerine 87. maddeye yüzdeki sabit eserin önemine dayalı bir artırım yapmak daha isabetli olacaktır. Kezzap atma, gerekçede de belirtildiği gibi kasten yaralama suçunun silahla işlenmesi (86/3-e) kapsamına sokularak cezanın yarı oranında artırılması ve devamında 87/1’deki bir kat artırım hükmü yerine tüm ağır neticeleri kapsar biçimde alt ve üst sınırlar öngörülmesi veya yalnızca yüzde sabit eserin ağırlığına bağlı bir artırıma yer verilmesi aynı amaca hizmet edebilecektir. Böylece cezalardaki oranlamayı sağlamak için 87/4’te değişik yapılması gerek olmayabilirdi.
Tefecilik suçunun (TCK m.241) cezasındaki artırımın yanı sıra suçun örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenmesinin nitelikli hal olarak artırım sebebi yapılması, bizatihi örgüt suçlarındaki artırım da dikkate alındığında cezanın ölçüsüz artırımı sonucunu doğurabileceği gibi uygulamada iştirak halinde işlenen tefecilik fiillerin hepsinde örgüt tartışmasının yapılmasına yol açacaktır. Oysa hali hazırda örgüt suçlarına dair hükümlerde örgüt faaliyeti olarak işlenen suçlardan dolayı ayrıca cezalandırma (örgüt yöneticisinin tüm suçlardan dolaylı fail olarak cezalandırılması) mümkündür.
C. Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki Değişiklikler
Teklif ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 109, 112 ve 272. maddelerinde değişiklik öngörülmektedir.
Adli Kontrolü düzenleyen 109. maddeye eklenen 4. fıkra ile hastalık veya engellilikle, gebelik veya henüz doğum yapmış sanıkların, tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilmesine imkân tanınmakta, bu durumda olan sanık hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş ve bu hükümle ilgili olarak istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulmuş olması hâlinde ise ilk derece mahkemesinin de adlî kontrol kararı verebilmesi mümkün hale getirilmektedir. Adli kontrol tedbirlerine uymamayı düzenleyen 112. maddenin 1. fıkrasına eklenen hükümle ise adli kontrol tedbirlerine uymama durumunda sanık hakkında ilk derece mahkemesinin de UYAP kayıtları üzerinden tutuklama kararı verebilmesi imkânı öngörülmektedir.
Hastalık, engellilik, gebelik ve henüz çocuk doğum yapmış olma durumunda adli kontrol kararı verilebilmesi imkânını getiren düzenleme esasen gereksizdir. Zira tutuklama ve adli kontrol arasındaki ilişki tali – asli tedbir ilişkisidir. Soruşturma veya kovuşturma evresinde kural şüpheli veya sanığın tutuksuz soruşturulması veya kovuşturulması, eğer kaçma şüphesini gösteren somut olgular veya delilleri karartma tehlikesini ortaya koyan davranışları bulunması durumunda öncelikle adli kontrol tedbirine başvurulması, ancak adli kontrolün yetersiz olduğu sonucuna ulaşılması durumunda tutuklama kararı verilebilmesi gerekmektedir. Bu inceleme yapılırken dikkat edilmesi gereken husus ise tedbirin ölçülü olup olmadığıdır. Hasta, engelli, gebe veya henüz doğum yapmış tutuklunun bu durumu, hali hazırdaki düzenleme ile de ölçülülük değerlendirmesinde dikkate alınabilecek ve tutuklama yerine adli kontrol kararı verilebilecektir. Ancak bu ve benzeri düzenlemelerle, olası tüm ihtimallerin kanuna yerleştirilmesi çabası, kanun koyma tekniğinde göz önünde tutulması gereken soyut, olaydan bağımsız ve herkese uygulanabilir hükümler vaz etmek yerine, kazuistik yöntemlere geri dönülmesi anlamına gelmekte; diğer yandan uygulamacıların da tembelleşmesine, yani olaya göre normu yorumlamak yerine kanun koyucunun her sorunda düzenleme yapmasını beklemeye itmektedir.
Adli kontrol veya tutuklama kararının, mahkûmiyet hükmü verildikten sonra istinaf veya temyiz incelemesi devam ederken, ilk derece mahkemesi tarafından da verilebilmesine imkân tanıyan hüküm ise ceza muhakemesi sürecinin tüm işleyişine aykırıdır. Şöyle ki, ilk derece mahkemesi hükmünü verdikten sonra dosya ile bir ilişkisi kalmamaktadır. Bu duruma rağmen halen bir tedbire ilişkin karar vermesi isabetli değildir. Mahkûmiyet hükmü verdiği bir dosyada bir mahkemenin adli kontrol veya tutuklamaya ilişkin değerlendirme yapması, kısmi de olsa ihsası rey sorunu ortaya çıkarabilecektir. Son olarak getirilen düzenleme hem istinaf veya temyiz merciine hem de ilk derece mahkemesine bu konuda karar verme imkânı tanımaktadır. Bu durum iki farklı yargısal merci arasında görüş ayrılığı doğması riskini yaratacaktır. Bu görüş ayrılığı bir merciin adli kontrol karar diğerinin tutuklama kararı verilmesi gerektiği yönünde olabileceği gibi her bir merciinin diğerinden karar vermesini beklemesi gibi, düzenlemenin amacına hiç de hizmet etmeyecek sonuçlara neden olabilecektir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılması öngörülen son değişiklikse istinaf yolu kapalı olan hükümler bakımından, bu hükümlerin tekerrüre esas alınmaması şeklindedir. Öncelikle düzenlemenin yeri Ceza Muhakemesi Kanunu değil TCK’nın 58. maddesidir. Diğer yandan hüküm istinaf yolu kapalı olan, yani kanun yoluna başvurma imkânı bulunmayan mahkûmiyetlerin sadece tekerrüre esas teşkil etmeyeceği kuralına yer vermektedir, yani eksiktir. Bu tür mahkûmiyet hükümlerinin etkisinin infazla sınırlı olması, yani başkaca hiçbir hak yoksunluğuna neden olmamasını temin eden bir düzenlemenin kaleme alınması gerekmektedir. Kanunlarımızda belirli statülere atanmak, görev almak için aranan “kasten işlenmiş bir suçtan mahkûm olmamış olmak” koşulu dikkate alındığında, düzenlemenin sorunu gidermeyeceği açıktır.
D. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun’daki Değişiklikler
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un (CGTİK), koşullu salıverilme süresinin saptanmasına dair bir içtima hükmü olan ve “birden fazla hükümdeki cezaların toplanması” başlığını 99. maddesine eklenen, “Adli para cezasından çevrilen ve ceza infaz kurumunda infaz edilme aşamasına gelen hapis cezaları da toplama kararına dahil edilir” hükmü, adli para cezasının ödenmemesi üzerine uygulanan tazyik hapsinin mahiyetine aykırı olduğu gibi aynı Kanunun 106. maddesine de açıkça aykırıdır. Bir defa adli para cezasının ödenmemesi üzerine uygulanan hapis, bir “hapis cezası” olmayıp hükümlüyü ödemeye zorlayan bir tazyik (zorlama) hapsidir ve hükümlü adli para cezasını ödediği anda infazı sona eren bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla “adli para cezasından çevrilen hapis cezası” ibaresi terminolojik olarak hatalıdır (aynı hata 2014’te CGTİK m.106’da yapılan değişiklik açısından da mevcuttur). Daha önemlisi ise tazyik hapsinin, gerekçedeki ifadeyle hakkaniyeti sağlamak amacıyla hapis cezalarının infazına dair toplamaya, dolayısıyla koşullu salıverilmeye dâhil edilmesidir. Oysa CGTİK m.106/f.9’da açıkça tazyik hapsinin ertelenemeyeceği ve infazında koşullu salıverilme hükümlerinin uygulanamayacağı düzenlenmiştir. Bu yönüyle 99. maddeye eklenen cümle adli para cezalarının infazına dair 106. maddenin söz konusu fıkrasıyla bariz çelişki içindedir. Tazyik hapsinden kaynaklı cezaevi nüfusunu azaltma uğruna bu kurumun mahiyetine aykırı bu yaklaşım kabul edilebilir değildir. Kaldı ki 2014 değişikliğiyle adli para cezasının ödenmemesi halinde kamuya yararlı işte çalıştırma tedbiri öne çıkarılmış tazyik hapsi adeta son çare haline getirilmiştir. Buna rağmen tazyik hapsinin hapis cezalarıyla birleştirilerek koşullu salıverilme içinde eritilmesi, adli para cezasının ayrı bir ceza olma vasfına da aykırıdır. Burada hakkaniyete aykırı bir durum yoktur.
Teklifle, “Denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezanın infazı” başlıklı 105/A maddesinde adaleti tesis gerekçesiyle bazı sınırlamalar getirilmektedir. Esasen Kanuna 2012 yılında eklenen bu kurum, o tarihte koşullu salıverilme süresinin uzunluğuna bağlı olarak cezaevlerindeki doluluğu azaltma amacına matuf öngörülen, adeta “koşullu salıverilme öncesi koşullu salıverilme” niteliğinde olan, koşullu salıverilme kurumunu zayıflatan, mevcut infaz sistemine yabancı bir düzenlemedir. Doğru yaklaşım, bu düzenlemenin değişiklikle tahkim edilmesi yerine tümüyle kaldırılması, karşıladığı bir ihtiyaç varsa (fiilen koşullu salıverilme süresini kısaltma dışında) bunun koşullu salıverilmeye aktarılmasıdır. Zira koşullu salıverilmenin kendisi zaten kalan cezanın denetimli olarak toplum içinde infazı anlamını taşımaktadır. Koşullu salıverilme varken sanki ayrı bir kurummuş gibi “Denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezanın infazı” adıyla öncesinde bir düzenleme yapılması infaz sistemi açısından tutarlı değildir.
Koşullu salıverilmeye ilişkin 107. ve 108. maddelere dair değişiklikler de çeşitli açılardan sorunludur. Her iki hükümde de hukuki esası olan bir ölçüte dayanmayan, dönemsel hassasiyetlere dayalı birtakım suç grupları için farklı salıverilme sürelerinin öngörülmesi isabetli değildir. Koşullu salıverilmede esas olan infaz edilen süreden ziyade hükümlünün infaz rejimine verdiği tepkiye dayalı iyi hali olup baştan belirli suçlarda salt daha fazla süreyle cezaevinde kalınmasının öngörülmesinin makul bir temeli bulunmamaktadır. Pekâlâ, söz konusu hükümlerde sayılan suçlardan haksızlık içeriği itibariyle daha vahim olabilecek başka suç kategorileri örnek olarak gösterilebilir. Buna karşılık suçlu bazında da belli çerçevede mükerrirlik farklı bir uygulama için hukuki temeli olan bir kriterdir. Öte yandan koşullu salıverilme, uygulamamızdaki hatalı yaklaşımın aksine her hükümlünün adeta “kazanılmış bir hakkı” da değildir. Suçtan ziyade suçlunun infaz sürecindeki davranışları belirleyici olmalıdır. Kanunla belirlenmiş süreleri çekmiş olmasına karşın suçlunun koşullu salıverilmesi uygun olmayabilir, cezanın tamamının infaz kurumunda geçirilmesi gerekebilir. Hatta bazı ülkelerde cezanın infazının tamamlanmış olmasına rağmen farklı şartlarda, gerekirse ömür boyu gözetim altında bulundurulması öngörülebilir. Oysa bizde koşullu salıverilme adeta bir hak olarak görülmekte, dolayısıyla suçlar için öngörülen cezalar aslında fiilen koşullu salıverilme için cezaevinde geçirilmesi gereken süreyle sınırlı hale gelmektedir.
Teklifte belirtilen anlayışın yansıması olarak koşullu salıverilmeden sonra denetim süresi içinde koşullu salıverilmenin geri alınmasını gerektiren bir suç işlenmesi halinde kalan cezanın aynen infazı (m.107/13-a) yerine işlenen suç için verilen hapis cezasının iki katı bir sürenin infaz edilmesi öngörülmektedir. Gerekçe olarak ise denetim süresi içinde çok az hapis cezası gerektiren bir suç işlemiş olması halinde önceki suça ilişkin kalan cezanın aynen infazının adaletsiz sonuçlar doğurduğu ileri sürülmektedir. Oysa bu yaklaşım, koşullu salıverilmenin, kalan cezanın toplum içinde koşullu infaz edilmesine dair bir kurum olduğu mantığına tümüyle aykırı olup koşullu salıverilmeyi bir nevi şartlı af olarak görme anlayışını yansıtmaktadır. Burada da koşullu salıverilmeyi ihlal eden hükümlülerden kaynaklı nüfusu azaltma eğilimi kendini göstermektedir. Teklif edilen düzenleme, denetim süresi içinde işlenen suçun cezasına bağlı olarak önceki suçun cezasının bir kısmının affedilmesi sonucunu doğurabilecektir. Örneğin koşullu salıverilen ve kalan cezası 6 yıl hapis olan bir hükümlü, salıverildiği gün koşullu salıverilmenin geri alınmasını gerektiren yeni bir suç işlendiğinde mevcut düzenlemeye göre önceki suç nedeniyle kalan 6 yıllık ceza aynen infaz edilecektir. Teklifteki düzenlemeye göre ise yeni suçun cezasına bakılacak, örneğin bu suç 1 yıl hapis cezasını gerektiriyorsa önceki suç sebebiyle infaz edilecek ceza (6 yıl yerine) bunun iki katı olarak 2 yıl hapis olacak, 4 yıllık süre affedilmiş sayılacaktır.
Nihayet özel infaz usullerinin (m.110) kapsamını genişleten düzenlemelerde de bazı sorunlar göze çarpmaktadır. Özel infaz usulleri, esas itibariyle görece hafif hapis cezalarında hükümlünün özelliklerine de bağlı olarak cezaevine belirli zamanlarda (hafta sonu, geceleri) girerek veya cezaevi dışında konutta kalarak infazına imkân veren hükümlü lehine düzenlemelerdir. Mevcut düzenlemede zaten görece kısa süreli hapis cezalarında geçerli olmaları ve hükümlünün esasen toplum içinde olması itibariyle ayrıca koşullu salıverilme hükümlerinin uygulanmayacağı öngörüldüğü gibi bu usullere riayetsizlik halinde cezanın baştan çektirilmesi şeklinde katı bir sonucu vardır. Teklifte her iki sonuç da değiştirilmekte, hem özel infaz rejiminden yararlanma hem de koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanma imkânı getirilmekte, riayetsizlik halinde kalan cezanın mahsubu öngörülmektedir (yalnızca 105/A hariç bırakılmaktadır). Bu değişiklikler de özel infaz usulünün mahiyetine uygun olmayıp salt cezaevlerinin doluluğunu azaltma amacına yönelik gözükmektedir. Zira zaten gündüzleri, hafta içleri dışarıda olan veya konutunda bulunan bir hükümlünün ayrıca koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanması her iki kurumun da mantığına da aykırıdır. Usullere riayetsizliğe herhangi bir sonuç bağlanmaması da bunların etkin bir infaz usulü olmalarını engelleyecektir. Öte yandan Teklifte, bu usulden yararlanacak yeni bir grubu belirtmek üzere kullanılan “adli para cezası infaz sürecinde hapis cezasına çevrilenler” ibaresinin isabetsizliği hakkında, yukarıda bunun bir hapis cezası değil tazyik hapsi olduğuna dair açıklamalara atıf yapmak gerekir. Keza bazı suçların özel infaz usullerinde istisna tutulmasına ilişkin olarak yukarıda belirtilen hukuki kritere dayalı olmama eleştirisi burada da geçerlidir. Ayrıca istisnalar arasında zikredilen 110/9-d’deki “Koşullu salıverilme kararının geri alınması nedeniyle cezası aynen infaz edilenler” ifadesi, Teklifin kendi içindeki yeni getirdiği hükümler arasındaki çelişkiyi göstermesi açısından kayda değerdir. Zira yukarıda da değinildiği gibi Teklifte koşullu salıverilme kararı geri alındığında kalan cezanın aynen infazı yerine işlenen suçun cezasının iki katının infazı öngörülmektedir.
SONUÇ
Yukarıda açıklanan düşünceler çerçevesinde, özellikle infaz sistemindeki değişiklikler bakımından aciliyet sıralaması yapılması; öncelikle eşitlik ilkesine uygun olarak salgın hastalık dolayısıyla infazın ertelenmesi ve dönemsel yoğunluğun giderilmesi noktasında özel affın düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sonrasında kapsamlı bir tartışma ve değerlendirme sonucunda infaz sisteminin esasına ilişkin değişikliklerin temel ilkelere, ilgili kurumların mahiyetine uygun bir şekilde bütüncül ve gerçekçi bir infaz politikası yaklaşımıyla gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalının işbu bilimsel görüşü, öğretim elemanlarımızın katkıları ile Dr. Öğretim Üyesi Selman DURSUN ve Dr. Öğretim Üyesi Serdar TALAS tarafından kaleme alınmış olup, değerlendirilmek üzere ilgili makamlara iletilmiştir.
Prof. Dr. Adem SÖZÜER
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku
Anabilim Dalı Başkanı